2006-2009 yılları arasında Erzincan’ın Kemah İlçesinde Kaymakamlık yapmış olan eski kaymakamlardan Eyüp ÇALIŞIR kış mevsiminde Kemah’ın adeta karlara gömülmüş halinden esinlendiği bir yazı kaleme aldı. ÇALIŞIR Kemah’ın doğal ve toplumsal özelliklerini bir araya getirerek betimlediği yazısında Kemahlıları unutulmayacak bir yolculuğa çıkarıyor.
2006-2009 yılları arasında Erzincan’ın Kemah İlçesinde Kaymakamlık yapmış olan eski kaymakamlardan Eyüp ÇALIŞIR kış mevsiminde Kemah’ın adeta karlara gömülmüş halinden esinlendiği bir yazı kaleme aldı. ÇALIŞIR Kemah’ın doğal ve toplumsal özelliklerini bir araya getirerek betimlediği yazısında Kemahlıları unutulmayacak bir yolculuğa çıkarıyor. 27 Ekim 2006 yılında Kemah İlçesine tayin olarak gelen Eyüp ÇALIŞIR yaklaşık 3 yıl Kemah İlçemizde görev yaptı. 3 yılın sonunda yapılan hizmetlerin aktarıldığı ve Kemah Kaymakamlığı tarafından çıkartılan 2007-2009 KEMAH Bülteni adlı bir dergi yayınlandı. Bu dergide Kemah’a yapılan hizmetlerin yanı sıra o dönemde Kemah Kaymakamı olan Eyüp ÇALIŞIR’da kaleme aldığı ”Kar üşüyordu Kemah`ta” adlı bir makale paylaştı.
Eyüp ÇALIŞIR’ın Kemah’ın kış günlerinde nasıl bir sessizliğe bürünerek yalnızlığa gömüldüğünü anlattığı ”Kar üşüyordu Kemah`ta” adlı yazısı şöyle: Kar üşüyordu Kemah`ta…
Son yılların en çetin ve en uzun kışının yaşandığı bu aylarda Kemah, hiç olmadığı kadar yapayalnız kalmış ve derin bir sessizliğe gömülmüştü. Uzun yıllardır hemen her kış mevsiminde kendi kaderi ve makûs talihiyle baş başa kalıyordu fakat bu denli terk edilmişlik duygusunu hiç ama hiç tatmamıştı. Kadimden beri nice sosyal ve siyasal çalkantılı dönemlerin, harplerin, göçlerin, yurtsuz ve yuvasız kalmışların en dingin sığınağı, asude bir limanı ve güvenli bir huzur adacığı olan Kemah, artık kendisiyle ve acınası hazin yazgısıyla baş başa kalmıştı.
Bu hüzünlü yazgının miladı, 1939 Erzincan büyük depremi ve 1938`de başlayıp 39`da biten demiryolunun inşası ile olmuş ve o tarihten bugüne hemen bütün köylerimizden kimileri Alp ve Kemah istasyonlarından kimileri ise Eriç ve Güllübağ’dan kara trenlere binip kem talihlerini yenmek maksadıyla bilmedikleri, tanımadıkları sadece gördükleri resimlerden ve devşirilen duyumlardan mütevellit hülyalarının beşinden dağların ötelerindeki hayal ülkelerine yelken açmışlar, arkalarında her adım başında bir yığın hatıra ve gözü yaşlı-bağrı yanık analar, eşler ve çocuklar bırakarak.
Eriç`in o bereketli düzlüklerinden hemen sonra Munzur dağlarını tam da orta yerinden ikiye bölen ve üzerine ağıtlar yakılan, dizeler dökülen efsanevi Fırat`ın kendi macerasını bulduğu o nefes kesen kayonlarla birlikte, alışılan ve aşina olunan Kemah`a ait ne varsa hepsinin silueti gözlerden kaybolur ve göz pınararında kalan birkaç damla yaş ile baş başa kalınır, ta ki Haydarpaşa garına gelinceye dek. İstanbul`a selametle vasıl olup da çalışacakları cay ocaklarına en yakın han odalarına girince hayal ülkesine değil gerçekler ülkesine gelindiğinin farkına varılır. Pek çoğunun loş ve rutubetli han odalarda, bekâr evlerinde başlayan yaşama tutunma mücadelesi, türlü türlü badireler atlatılarak, hayatın cenderesinden geçilerek ve İstanbul kalburunda elenerek başarılır. Artık alın terleriyle rüştlerini ispat etmişlerdir.
O güne değin ekseriyetle tahta bavullu yolcular taşıyan kara trenler, o günden sonra içinde çocukların ve eşlerin (beraberlerinde de birkaç parça eşya ve erzakın) olduğu yolcuları taşımaya başladılar. Trenler daha koyu ve daha kesif duman çıkarmaktadır şimdi, zira yolcuları ve yükleri artmıştır. Önden giden bir mıknatıs gibi çeker geride kalanları. En sona kalanlar ise baba ocağının kutsallığına inanmış, ata yadigârı ocağın ferini söndürmeyeceklerine dair söz vermiş pir-i faniler ile şehirde yepyeni bir hayata ve yeni bir maceraya atılacak kadar gücü ve enerjiyi kendinde bulamayan yaşı kemale erenler olmuştur. Fakat onların pek çoğu da, köylerini terk etmeme hususunda ilk zamanlarda ısrar etseler de, zamanla üç beş aylığıyla sınırlı olsa dahi onlarda baba ocaklarını terk-i diyar eylerler. Gitmek istediklerinden değildir onların ki, çaresizlikten. Göçmen kuşları misali baharın muştusunu beklerler geri dönmek için.
Hüzün solukladığımız hazan mevsimi Güzü geride bırakmaya başladığımız vakit, Karasuyun akmaya mecali kalmayıp durgunlaştığı Munzur’un gamlı başına ak saçlar düştüğü şehre götürülecek kışlık nevalelerin ikmal edildiği, Acemoğlu boğazından esen sert rüzgârların kendini hissettirmeye başladığı ve yapraklar usul usul dökülmeye başlayıp altın rengini aldığı zaman ayrılık sözü daha bir telaffuz edilmeye başlar köylerimizde. Ve çok geçmeden yaprakların dalından düşüşü misali teker teker ayrılışlar başlar.
Ağaçlarda tutunmaya çalışan son yapraklar karın ilk tanelerini beklemektedir. Son yaprağın düşüşü ilk kara gebedir ve onu sabırla, metanetle, tevekkülle bekler, beklerken de pek çok meşakkate katlanır. En son veda edenler, sararıp solan son yaprağın dalından yere düşüşünün şahidi olmanın hüznüyle ayrılır köyünden, hatıralarından.
Ta ki yeni yaprakların sürgün vereceği ilkbaharın o ilk ışıklarına ve muştusuna kadar yaşam emaresi kalmamıştır artık pek çok köyümüzde. Kalmamıştır artık ne sizi bekleyen bir çift göz ne de dumanı tüten bir ev. Hazan esmiş ve bütün küheylanlar bir bir diyarı terk etmiş. Kasımın ortalarında başlayıp mart sonuna kadar ölü toprağı serpilmiştir hemen hemen bütün köylerimizin üstüne. Mecnun’un Leyla’ya, Şirin’in Aslı’ya hasreti gibi hasrettir artık çocuk cıvıltılarına, duman tüten bacalarına, seher vakti öten horozlarına, ıssız gecelerin yareni çoban köpeklerine, kuzuların koyunlara karışmasına, toprağın sessiz haykırışına…
Terk edilmişliğinden veya yapayalnız kalmasından olsa gerek bu kış mevsimini Kemah en ücra köşesine ve en mahrem dehlizlerine kadar hissediyordu. Kar yağıyordu Kemah’a, Sevabıyla- günahıyla bütün bir coğrafya, paklığın ve duruluğun timsali ve her şeyi örten bembeyaz gelinliğine bürünmüştü. Var olan ve yaşanılan her şey; hatırlanmak istenen ve istenmeyen hatıralar, acı ve tatlı günler, kirpikleri ıslatıp yanaklardan toprağa süzülen gözyaşları, alın terinin aktığı bağ ve bahçeler, doğduğun ve doyduğun fakat şimdi yıkılmaya yüz tutmuş kerpiçten evler, bitmek tükenmek bilmeyen uzun ve soğuk kış gecelerinde teneke soba etrafında toplandığın köy konak ve kahvehaneleri, kış gecelerinin ürperten sessizliğinde ben buradayım havlamalarıyla cesaret veren sadık köpekler, şafağın ve yeni bir günün müjdecisi horozlar beyaz örtüler içinde simdi…
İnsan gönlüne her daim gamlı gurbet duyguları salan ve gurubun kızılboyasını değdiği her şeyin üzerine çalan bir ikindi vakti yolumuz düşmüştü bir köyümüze. Üzerinde birkaç izin bulunduğu dar sokakları ve virane olmuş evleri kalın bir kar örtüsüyle kaplıydı. Ortalıkta insan namına kimsecikler görünmüyordu. Ayakta kalmayı başarmış evlerin kapıları sürgülü ve rengârenk kalın perdeleri çekili olan köy, beyaz bir sessizliğe gömülmüştü. Köyde her şey sinmiş ve susmuştu. Lapa lapa yağan kar üşüyor, çoban çeşmesinden akan su üşüyor, yiyecek bulamadığı için karlı dallarda büzüşen keklikler ve kargalar üşüyor, dam başlarına tüneyen baykuşlar üşüyor, insanı kalmayan köy üşüyordu.
Heyhat ne yazık ki, Munzur Dağlarının eteklerinde unutulmuş, kendi kaderine terk edilmiş onlarca köy aynı kaderi paylaşıyor ve onlar da üşüyordu. Hâlbuki her şeye rağmen, insanın bir gün dönüp dolaşıp da destursuz gidebileceği bir köyü olmalı. Yaşam çekilmez bir hal aldığında, yüreğinde kocaman bir boşluk hissedip kendisini sarıp sarmalayacak bir ana kucağına ihtiyaç duyduğunda, hayatın bütün gamını ve tasasını şehirde bırakıp huzurlu bir uykuya dalmak istediğinde gidecek bir köyü olmalı insanın. Sokaklarında ve her köşe başında bir şeyleri yeniden bulmanın hazzını duyacağı, duyulan her sesin, kurdun kuşun, börtü böceğin tanıdık olduğu bir yeri olmalı insanın ve orasını da yaşatmalı. Kar yağıyordu Kemah’a ve sıcacık yüreğim üşüyordu…